Daha Dün Köyümüzün Yollarında Koşarken…
Bir önceki yazımda bahsettiğim, “pilli cereyanlı, çanta radyo”nun sahibi veya benzerleri, günün birinde şehrin göz kırpmalarına dayanamayıp pılıyı pırtıyı topladığı gibi şehre kapağı atarsa ne olur; biraz da buna bakalım.
Evvelemirde başını sokacak iki göz bir ev bulup yerleşir, küçük büyük demeden bir kazanın kulpuna da yapışıp maişet kaygısını da hal yoluna koymuşsa yavaş yavaş yeni komşuluk ilişkileri de şekillenmeye başlar. Günler geçtikçe, daha önce hiçbir kısıtlama ile karşılaşmadan ve doğru olup olmadığını hiç düşünmeden yapageldiği bir takım davranışları, çevreden gelen “etkilerle” yeniden düşünmeye zorlanır. Sular seller gibi “ezbere bildiği” şeyleri yeniden öğrenme faslı başlamıştır. O “etkiler”, bazen münasip bir dille uyarıdır, bazen bir bakıştır, bazen de kişinin kendi feraseti ile ulaştığı bir kanaatdir.
Yüksek sesle konuşmanın, gereksiz yere bağırmanın, çöpünü sokağa atmanın ayıp olduğunu öğrenir. Sokakta yürürken karşılaşılan hanımların geçişini kolaylaştırmak için kenara çekilmek gerektiğini öğrenir. Bir insanı uzaktan elle işaret etmenin densizlik olduğu, köyde yaptığı gibi ıslık çalarak bir insana seslenilemeyeceği bilgisi kulağına çalınır. Çalıştığı, gidip geldiği yerlerde.yeme içmeden konuşmaya, selamlaşmadan oturup kalkmaya kadar pek çok şeyi yeniden öğrenir. Ezberi bozuldukça anlar ki bu diyardan gitmemek için bu deveyi gütmekten başka çare yoktur. Cazibesine kapılıp geldiği şehirde tutunabilmek, dışlanmamak ve burada pek revacı olmayan eski kimliğini/kişiliğini güncellemek için bu öğrenme sürecini benimsemek zorundadır..
Şehir: Uygulamalı Eğitimin Pîri
Galiba şehrin, üzerinde en az durulan vasfı medeniyet ihtisaslı bir eğitmen olmasıdır. Evet, şehir bu yönüyle işine sevdalı, donanımlı ve işini maharetle yapan bir eğiticidir. Bu işi yüzyıllar içinden süzüp getirdiği tecrübe ile öyle ustalıkla yapar ki, eğittiği kitlelerin ruhu bile duymaz. Rahle-i tedrisine aldığı bir tıfılı, bir zaman sonra yontulmuş, hizaya getirilmiş, istenen kıvama ulaşmış yeni hemşehrisi, yeni bir gönüllü bendesi olarak şehirdeki yerine perçinler.
Mesela, İstanbul’un eski âsûde zamanlarına bakılırsa; Anadolu’nun, Rumeli’nin, Balkanlar’ın, hatta geniş Osmanlı coğrafyasının her köşesinden kopup gelen meşrebi, kültürü, lisanı/aksanı, düşünme ve olayları algılama biçimi farklı farklı olan insanları bu eğitim sürecinden geçirip, adı konmamış bir tür ‘oturma izni’ verdiğini ve bu izni hakeden her yeni hemşehrinin hem ‘yerliler’ ve hem de daha kıdemli hemşehrilerle gül gibi geçinip gittiklerini görmek mümkündür.
Bu ‘saadethane’de beyefendi mizaçlı, naif tabiatlı, yüksek seciyeli, diğergam insanlar yanında bıçkın, kaçkın, serseri ruhlu, meczub, akla gelen her kumaştan insanlar birarada yaşamışlar. O günler, herkesin burada yaşamaktan memnun olduğu, hiç kimsenin kendisi gibi olmayanlardan rahatsızlık duymadığı bir ahenk örneğidir. Elini öptüğüm İstanbul, bunu başarmış bir şehirdir.
Kantarın Topuzu Kaçarsa
Kendisini öğrencilerine adamış bir öğretmeni olan ve makul sayıda öğrenci mevcudu olan bir okul, bir sınıf düşünün.. Bu sınıfa sonradan başka bir okuldan bir öğrenci geldiğinde, mevcut öğrencilerin benimsemesi ve öğretmenin mahareti ile sınıfa yeni katılan öğrenci çoğunlukla, haftalar içinde diğerlerinden ayırt edilemeyecek kadar o sınıfa uyum sağlar.
Bir de aynı sınıfa değişik illerden/okullardan her hafta yeni bir-iki öğrencinin katıldığını düşünün. Üstelik bir de sınıfın fiziki imkanları sınırlı ise yandı gülüm keten helva!. Öğretmen allâme-i cihan olsa, öğrenciler de yeni arkadaşlarına yardım için etrafında pervane olsa o sınıf artık o bildiğimiz sınıf olmaktan çıkar. Hem istiab haddi aşılmıştır hem de tedricen olduğunda üstesinden gelinebilecek şeyler hızlı bir şekilde ortaya çıktığı için sorunlar üst üste yığıldıkça yığılır. Hele bir de yeni gelenler de haylazlığa meyilli ise; ne eski öğrencilerde huzur kalır, ne öğretmen de şevk kalır, ne de o eğitimden bir sonuç alınır.
Özellikle son çeyrek asırda, çok kısa zaman dilimlerinde tarihinde hiç olmadığı kadar yoğun göç alarak feleğini şaşırmış olan şehirlerimizin yaşadığı durum tam da böyle bir sınıfta eğitim vermeye çalışan emektar öğretmenin çaresizliğidir.
Şehirlerimizde medeniyet adına yaşadığımız hayal kırıklıkları ve kültür, sanat ve estetik bahsindeki yozlaşmalar karşısında “eğitim şart!” hükmü veriliyor. Bu hüküm genellikle aile içi eğitimin ve devlet kontrolünde verilen eğitimin yetersizliğini/kalitesizliğini ima ediyor. Bunda haklılık payı olmakla birlikte; şehirli olmaya icazet verecek asıl eğitimi, şimdilerde can derdine düşmüş olsa da, ancak yukarıda dikkat çektiğim eğitmenlik vasfıyla bizâtihi şehrin kendisi verir. Dolayısıyla bu hususu hesaba dahil etmeden şehirle ilgili problemlerimize kalıcı çözüm üretmek imkanı yoktur.
Yazılarımda sıkça rastladığınız “kalkınmanın/yatırımların şehrin her köşesine dengeli yayılması” vurgusunun sebebi budur. Bu strateji, nimetlerin adil paylaşım imkanını da kendiliğinden kolaylaştıracaktır. Yönetimlerin, geniş ve dağınık alanlara altyapı ve hizmet götürmenin nisbî külfeti bakımından bu stratejiyi gözardı etme eğilimi olabilir. O zaman da kantarın topuzunun kaçtığı şehirlerimizde; “şehir estetiğine/kimliğine taarruzlar, toplumsal huzursuzluk, asayiş problemleri, beşeri ilişkilerdeki yozlaşmalar, kendi içinde ürettiği başka problemlerle katmerlenen trafik problemi gibi daha bir yığın dertle canından bezmiş bu şehirlerin mevcut hali bize kaça patlıyor?” sorusuna samimi ve gerçekçi cevaplar bulmak durumundayız.
Bir Cevap Yazın